BEN VE BENİM GİBİ OLANLARA, 07.11.2016

Her yıl sıcak ağustos ayında, ailemle beraber büyükannemi ziyaret etmek için Londra, Leeds’e yıllık gezimizi yapardık. Bu bizim için bi rutin haline gelmişti. Kendisi tek başına hiçliğin ortasında küçük mü küçük bir evde yaşardı. Ev, ben yaşlandıkça küçülen bir evdi. Komşusu olmayan evin tek manzarası, artık hizmette olmayan çökmüş bir su değirmeniydi. Fakat büyükannem, her sabah su değirmenini geçerek küçük bir dereye gider ve tatlı su alırdı. Annem kendisi için bir su filtreleme sistemi satın almasını önermişti, ancak bunu istemedi. Çünkü onun tek arkadaşı o su değirmeniydi. Büyükbabam öldüğünden beri bizimle yaşamasını istedim. Kendini yalnız hissetmesini istemedim. Ona her yıl gelmesi için yalvarıyordum. Ama her zaman beni reddetti. Hep derdi, "Utku, bu benim hayatım, ait olduğum yer burası." Nedenini hiç anlayamıyordum. Bir insanın ait olduğu yer hiçliğin ortası olmamalıydı… Büyükannemin, küçük sarı evine giden evine giden uzun, dar toprak yoldan çıktığımız her anda üzerime bir neşe ve huzur duygusu geliyordu. Dertlerimizi unutuyorduk. Sıcacık bir aile olmaya eski günlerdeki gibi devam ediyorduk. Büyükbabamın en sevdiği yemeğinin kokusu bu evin hep çevresinde dolaşırdı, bir ruh gibi, havayı tutsak ederdi. Eski bacadan gökyüzüne yayılırdı koku, sevdiğine doğru. Babam bu bacayı düzeltme teklifini her zaman büyükanneme hatırlatırdı, ama büyükannem bu teklifi her zaman geri çevirirdi. Bırak gitsin derdi. Büyükannem oldukça kısa bir kadındı. Saçları kar beyazıydı ve maun teni kırışıklarla süslenmişti, her kırışıklık bir hikaye anlatıyordu. Bir mutluluk, üzüntü ve neşe hikayesi. Fakat Bir odaya girdiğinizde, boyuna rağmen odadaki en uzun kadın olduğunu düşünürdünüz. Küçük sarı evinin büyük sahibiydi. Ev onundu, ev ona aitti. Ben ise misafirdim. Bu eve girmeye her zaman çekinmişimdir. Kapıyı açmaya çalıştığınızda kolay pes etmezdi. Fazladan bir itme vermeniz gerekirdi. Eve adım atar atmaz o soğuk hava vücudumu sardığını iliklerinize kadar hissederdiniz. Giydiğiniz montlar, içlikler… O soğuk havayı sizden uzak tutamaz. Havada küf kokusuna karışmış yemek kokusu, asla alışamayacağım bir koku. Ev küçük bir labirent gibiydi. Kapı kapıya açılırdı. En sevmediğim ise evin bu tarafıydı. En sevdiğim ise, ismine anılarım koyduğum salondan, içeriye doğru açılan büyük ahşap kapıydı. Ahşap kapıdan doğru içeriye adım atar atmaz, suratıma bir koku çarpardı. Bu koku, çocukluk anılarının kaleydoskopu gibiydi. Her tarafında anılarım, pencerenin yanındaki küçük sallanan sandalyenin üzerindeki yaşlı beni görüyordum, son anlarımı… Kız kardeşimin doğumunda ateşi çok yüksek olduğu için geceleri uykusuz geçiren sandalye. Ve anneannemin tatlı su getirmek için dereye giderken kimseyi uyandırmamak için arka kapıyı açmaya çalışan yumuşak ayak seslerini duymayı beklerken uyuduğum kanepe. Ahşap kapının, her zaman mutlu günlere uyandığım bir giriş kapısının olduğundan emindim. Her zaman yanılırdım. Çünkü her dışarıya adım attığımda içimde yanan bir acı, bulantı… Evet, ev büyükannemindi, ama burası da bana aitti. Bir süre oturma odası gibiydi, aile portrelerimiz ve bebek resimlerimizle kaplıydı... Fakat artık bir oturma odası değil, daha çok bir mezar gibi görünüyordu. En büyük resim büyükbabamın bir resmiydi. Sevgili ekose gömleğini giyiyordu, yardım edemedim ama dedemle geçirdiğim günleri hatırladım. Her düştüğümde, beni güçlü kollarına alırdı ve temizlerdi, tuvalet kağıdından yara bandı yapardı. Gözyaşlarım görüşümü gölgeledi, onları nasırlı başparmağıyla silip bana her şeyin yolunda olduğunu temin ederdi. Uzun boylu, güçlü bir adamdı, yüzü yara izleriyle doluydu. Gözleri kahverenginin en güzel tonu. On iki yaşından beri tarlalarda çalıştığı için parmakları sertleşmişti. Gülümsemesi herkesin acısını dindirecekti. Bunu sözledim. Özledim onu. O benim kahramanımdı. Büyükbabamın evine gelene kadar onu ne kadar özlediğimi hiç bilmiyordum. Kendi anılarımda boğulurdum. Kafamı sola doğru çevirdiğimde teyzelerimin ve amcalarımın güldüğünü, alay ettiğini ve birbirleriyle arkadaşlıktan keyif aldığını görebiliyordum. Onlar ne zamandan beri benimleydi. Hatırlamıyordum. Gözlerimi kapatmıştım. Birlikteliğin tadını çıkarmak istedim. Döndüğüm her yerde anılar vardı. Arka verandaya yürürken uzaktan koştuğumuz ve saklambaç oynadığımız alanları görebiliyordum. Böğürtlenlerle kaplı bir geçmişim vardı. Hatırlayabildiğimden bile daha güzeldi. Toprak hala nemliydi ve kir ve çilek kokusu çok kuvvetliydi. Olgun olduklarında onları seçmemin beni nasıl getireceğini her zaman hatırlıyorum. Gençtim… Öne doğru yürürken büyükannem lastik salınımından sallanıyordu. Saçları aşağıdaydı, rüzgarda akıyordu, gözlerinde yaş vardı. "Ben yalnız değilim" diye fısıldadı. Şimdi etrafıma baktığımda büyükbabamın evinin gerçek güzelliğini görebiliyordum, neden hiç ayrılmak istemediğini görebiliyordum. Şimdi anladım. Uzaklaşırken fark ettim. O gürültülü mutfak kapısını, beni anılarda boğan kokuyu özlerdim. O zamanları çok özledim ve yakında her şeyin en sevdiğim salıncak gibi bir anı olacağını biliyorum. O sinir bozucu gıcırtılı kapıya ve arkasındaki koşulsuz sevgiye her zaman minnettar olacağım. Hoşçakal.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Insidious (I) (Ruhlar Bölgesi) (2010) Film İncelemesi - ''Neden bu kadar kötü''

AKILLI BIDIK

Türk Korku Sinema Serisi - Film İncelemeleri: Sir-Ayet(2019)